Henüz 16 yaşındayken edebiyat dünyasına Eskisi Gibi Olmadı kitabı ile adım atan Adil Gökşin daha sonra Yağma Kentinde isimli şiir kitabıyla okuyucuyla buluştu. Torpido Dergisi’ni yayımlama sürecinden de bahseden Şair Gökşin, “Eskiden daha kolay yazabiliyordum, artık ilmek ilmek işliyorum. Büyümek, gelişmek de bu olsa gerek!” diye konuştu.
Fuat ÇALBAY
Çok gençsiniz buna rağmen iki kitap bir dergi görüyoruz özgeçmişinizde bununla ilgili neler söylemek istersiniz?
Eskisi Gibi Olmadı, 16 yaşımda yayımlandı. Aşırı amatör bir kitap hem dizgisini hem de şiirleri beğendiğimi söyleyemem. Onun çıktığı dönemde edebiyat çevresinden kimseyi tanımıyordum. El veren, yol gösteren bir ‘abim’ olmadı ama bana birçok kapıyı açtığını söyleyebilirim, kimlik kazandırdı. Basılması için çok fazla maddi manevi emek gösterdim ‘tek’ başıma. Özellikle kimsenin yardımını kabul etmedim, mücadele verdim. Bu açıdan çok değerli benim için… Yağma Kentinde’ye gelirsek, onu seviyorum. Amatörlükten yarı profesyonelliğe geçtiğim bir kitap diyebilirim. Şiirlerde ilerleme olduğu aşikâr. İlerleyen zamanlarda yeni bir kitap daha yayımlanırsa bir tırtılın kelebeğe dönüşmesi gibi bir süreç olarak anlatabilirim diye düşünüyorum. Yağma Kentinde sayesinde edebiyatın içine girdiğimi söyleyebilirim. Girdikten sonra da ne kadar fazla insan olduğunu görünce çok şaşırmıştım işin açıkçası! Torpido, pandemide yayımlanmaya başlamıştı. Pandeminin en ateşli döneminde evde sıkılırken hadi yapalım dediğimiz bir iş. Fakat şahsi fikrim fiyasko olduğudur. Tasarımcının önemini gösterdi bana. İçerik ne kadar iyi olursa olsun dergiler iyi tasarlanmadığı sürece okura ulaşması güçleşiyor. Torpido’nun en büyük katkısı Haydar Ergülen ve Sunay Akın gibi ustalarla tanışmama vesile olması ama dediğim gibi ukde kaldı içimde, yarım bir hikaye…
“KADIN-ERKEK DİYE AYIRMADIĞIMIZDA EDEBİYAT ÖTEYE GİDEBİLİR”
Uzun bir süre uğraşıp da sonu bir yere varmayan / bitmemiş bir şiiriniz var mı?
Tabii ki var. Bir fırıncı ekmek yaparken ilham gelmesine gerek yok diye düşünürken, yaklaşık üç aydır bir şiir üstüne bir kelime bile ekleyememenin hüznü içindeyim. Eskiden daha kolay yazabiliyordum, artık ilmek ilmek işliyorum. Büyümek, gelişmek de bu olsa gerek! Konusu belli olup da sonunu getiremediğim, hatta başlayamadığım şiirler mevcut.
Edebiyat ortamının şu anki durumunu nasıl görüyorsunuz, sizce aksak yönleri nelerdir?
Ödüller… Evet, çok teşvik ediciler ama jüriler yüzünden mide bulandırıcı bir duruma gelmiş durumdalar. Dört-beş kere şahit oldum. Çok üzücü bir durum bence. Böyle bir durumun olmadığı ödüllere katılmaya çalışıyorum. İlk baktığım şey jüri ve biyografileri… Diğer bir konu ise cinsiyet mevzusu, kadın erkek diye ayırmadığımız zaman öteye gidebileceğini düşünüyorum edebiyatın, belli kotalar koyarak değil.
Gündelik sorunların edebiyata yansımasının şiiri ileri götürebileceğini düşünüyor musunuz?
Rus edebiyatının belli hastalıklar, sefillik ve mağduriyet üstüne kurulduğunu düşünürsek elbette düşünüyorum. Pandemi sadece şiiri değil tüm edebiyatımızı etkileyecektir. Sadece bizi de değil tüm dünyayı. Şimdi olmasa bile ilerleyen süreçte her şey eskisi gibi olmaya başlamaya yaklaşınca meyvelerini görürüz.
“BÜYÜK BİR ŞİİR İÇİN, BÜYÜK BAKIŞ AÇISI ŞART”
Rus edebiyatı dediniz, aslında beni bir suyun yatağına götürdünüz sevgili Adil. Bugün Türkiye’de büyük bir yanlış ile edebiyat götürülmeye çalışıyor. Tüm yazar ve şairler ana dillerinin uzağında tıpkı 1920’lerde Rusya’da fütürizm bayrağını çekenlerin düşmüş olduğu yalnızlığı yaşıyorlar. Türkiye’nin huy iklimine uzak henüz bitirilmemiş bir türküyü yarıda bırakıp Troçki’nin dediği gibi ‘sanatın yalnız yansıtması için değil dönüştürebilmesi için de yazarla hayat arasında, tıpkı devrimciyle politik gerçeklik arasında olduğu gibi, önemli bir uzaklık bulunmalıdır.’ Bize bu konuda neler söyleyebilirsiniz? Sizce gerçekten de edebiyat halkın huyundan çok mu uzakta?
Edebiyat halkın huyundan uzak değil aslında, halkın huyuna yakın olanların okunmamasından kaynaklı olarak zaman içinde halkın ekseninde başka bir oluşuma kaymış durumda. “Halkın huyu”nun ben hece ölçüsü olduğunu düşünen biriyim. Yıllar boyunca halkı daha iyi temsil eden bir ölçü olduğunu düşünmüyorum. Şu anda Türkiye’de hece kullanan birçok şair var fakat hece kullananların kaçını tanıyorsunuz? Özellikle 80’lerden sonra heceyle serbest nazım arasındaki fark “uçurum” olmuş durumda. Bunu 40’lara kadar da çekebiliriz belki… Ben, ikisini de elimden geldiğince okumaya ve yaşatmaya çalışıyorum. Günlük yaşantımdan, aşktan, sorunlardan bahsedeceksem evet, serbest yazıyorum. Fakat konu millet ve memleket mevzusu olursa heceyle cevap veriyorum. Çünkü bir kimliği var sonuçta hecenin. Binlerce yıllık bir ateşin külleri. Heceyi yok saymak ve bir kenara atmak geçmişine yüz çevirmek demektir. Ben de bir Türk olarak kesinlikle bunu kabul etmiyorum. Değişim kökten bir anda yapılmaz, devirmekten başka bir şey değildir bu. Kümülatif bir şiir benim şiirim. Şair Ali Asker Barut şöyle demişti: “Türk Şiiri’nin bütününe “Devrimci” “Mütedeyyin” “Milliyetçi” ayrımı yapmadan geniş bir yelpazeden geniş bir perspektiften bakan, bütün şairlere ve şiirlerine saygı ile itina ile ayrım yapmadan yaklaşan bir Adil Gökşin’in bu tavrını şiir adına çok önemsediğimi ayrıca yeri gelmişken vurgulamalıyım. Bir dar gruptan, bir dar anlayıştan beslenen bir şiir Türk şiiri olamaz. Geniş, büyük bir şiir için geniş, büyük bir bakış açısı şart.”
“KÖTÜ BİR ŞİİR OKUDUYSAM ‘GÜNÜ DEĞİLMİŞ’ DİYORUM”
Edebiyat dediğimiz zaman aklınıza hangi şairler düşüyor ve sebebi nedir?
İlk aklıma gelen isim Ahmet Erhan. “Oğul” şiirini çok seviyorum. İsmet Özel, küçük İskender... Karakoç’un “Mihriban” şiirinin yeri bende çok ayrıdır. Altay Öktem’i de asla yabana atamam. Bana el veren isimlerin başında geliyor denebilir. “Acı dediğin yaşadıklarının izi değil, yaşamayı ıskaladıklarındır asıl.” dizesi üstüne bir şiir yazmak çok isterim kendimi yeterli hissettiğim bir gün.
Bu saydığım isimlerin, saymadıklarımın, tanımadıklarımın isminden çok şiirine yaklaşmaktan yanayım sanırım. “Kötü bir şair” demek yerine “iyi şiirleri olabilir” demeyi tercih ediyorum. Şairinden ziyade şiiri benim için ön planda çünkü. Kötü bir şiir okuduysam “günü değilmiş” diyorum. Herkesin iyi bir şiiri eğer gününü tutturabilirse yazabileceğine inanıyorum.
Sunay Akın ile nasıl tanıştınız?
Oyuncak Müzesi’ne gittim. Hem geçmişi yad etmek hem de belki denk düşeriz diye. Fakat denk gelemedik. Küçükken okulla ziyaret ettiğim müzeyi 10 yıl sonra tekrar ziyaret etmiş oldum. Sonrasında Ali Asker Barut’a sıkıntımı söyledim. Yağma Kentinde’nin arka kapağına yazı yazmasını istiyordum Sunay Hocanın. Kendisi isteğimi ona iletti fakat her gün bir gösteri yapıyordu denk düşemedik yine. ‘Ülke yangın yeri ben de itfaiye arabası’ diye cevap vermişti bize. Yağma Kentinde yayımlandıktan sonra müzeye yine gittim. Şansıma oradaydı hararetli hararetli bir çifte hikaye anlatıyordu. Bölmedim. Çift gidince “merhaba ben Adil” diye söze girdim. “Hoş geldin, tanımam mı” gibi bir cevap vermişti. Çok mutlu olmuştum. Baya bir sohbet ettik. “62 Tavşanı” kitabını imzaladı bana. Birkaç gün sonra Torpido için söyleşmeye gittim. O gün şansıma annesi de oradaydı “Anne, bak arkadaşım Adil, tanışın” diye beni onunla da tanıştırmıştı. O anki heyecanımı tarif edemem. Öyle başladı her şey…
Şiirde kendi sesinizi nasıl buldunuz, bu süreci nasıl atladınız?
Atlattığımı söylemem, atlatacağımı da düşünmüyorum aslında şimdilik. Çünkü belirttiğim gibi ben tek bir türe bağlı kalmıyorum. Böyle olunca da apayrı sesler çıkıyor gibi görünüyor. Şiirlerimden birine bakınca onun benim olduğunu anlamanız biraz güç. Belki biraz daha oturması gerekiyordur edebi görüşümün. Bu şu anda cevap verebileceğim bir soru değil sanırım bu.